
Üniversiteden mezun olduktan sonra İstanbul’da yaşamaya başlamamla beraber,tarihi yarımadaya ne zaman baksam ya da sur içinde dolaşsam şehrin minarelerden nasıl gözüktüğünü hep merak ederdim.
Çocukluğumuzda ders kitaplarında duyduğumuz ya da ilkokulu okuduğum Manisa’da eserlerini bir şekilde görüp adına ilkokuldayken bile aşina olduğum Mimar Sinan’a, nedenini bilmediğim bir şekilde hep büyük bir sempati duydum.
İlk önce Mehmet Yaşin sonrasında da Özcan Yüksek yönetiminde, bence Türkiye’de gerçekleştirilen en güzel şeylerden biri olan ve ilk sayısından itibaren 15 yıl boyunca ay başını iple çekerek takip ettiğim Atlas Dergisi’nde çıkan Sinan makaleleriyle, Sinan’la ilgili biraz daha bilinçlenmiştim . Çekül Vakfı’nın Sinan’a Saygı projesi kapsamında hazırladığı ve benim Atlas’ın ek olarak vermesiyle haberimin olduğu, İstanbul'u Sinan eserlerine göre altı farklı rotaya bölen haritayla Sinan’a olan ilgim daha da artmıştı. Ama hiçbir zaman da kapsamlı bir araştırma yapmamıştım. Kamera asistanıyken 35mm sinema kameralarıyla genelde reklamlar için çektiğimiz time lapse, dijital fotoğraf makinelerinin gelişimi ve ucuzlamasıyla, isteyen herkesin gerçekleştirebileceği bir tekniğe dönüşmüştü ve ben de son zamanlarda, bu tekniğe epey merak sarmıştım. İstanbul’un çeşitli yerlerinde time lapseler çekip deneyimimi arttırıyordum. Salacak’ın üstlerinden tarihi yarımadayı çekerken, keşke hemen arkamdaki, manzarasının inanılmaz olduğunu düşündüğüm Sinan Paşa Camisi’nin minaresinden çekim yapabilseydim diye düşündüm. Ve o anda aklıma, İstanbul’u minarelerden çekmekle ilgili bir time lapse fikri geldi. Ve bununla ilgili düşünmeye başladım.
O günlerde de tesadüfen internette okuduğum bir makalede bulduğum bir cümle beni çok etkiledi. Andrew Ferren isimli bir muhabir New York Times'a Mimar Sinan ile ilgili bir makale hazırlamıştı. Makalenin sonlarına doğru, Selimiye’yi görmek için gittikleri Edirne’den İstanbul’a dönerken, “5 Asır sonra hala Sinan’a ait olan şehre geri döndük” gibi bir ifade kulanmıştı. Gerçekten şehre baktığınızda ya da sokaklarında dolaştığınızda kolaylıkla şehrin hala Sinan'a ait olduğunu düşünebilirdiniz ve bu sürenin 5 asır olması bunu çok daha anlamlı kılıyordu. Ve bu cümle, daha önceden aklıma gelen bir fikri, çocukluğumdan beri sevdiğim Sinan ile ilgili bir projeye dönüştürdü. İstanbul’u Sinan’ın Minarelerinden çekmek. Sonrasında ilk aklıma gelen de filmin kesinlikle İstanbul’un 4 mevsimdeki her türlü halini içermesi gerekliliğiydi.
Vakit kaybetmeden Atlas’ı takip ettim 15 yıl boyunca verdiği tüm haritaları sakladığım kutudan Çekül’ün haritasını çıkardım ve uzun zamandan beri geçekleştirmek istediğim İstanbul’daki Sinan rotasına çekim yapacağım camileri belirlemek üzere başladım. Bu rotanın sonunda, ne kadar özgün durumda ( bu koşula uymayan 3 istisna mevcut projede) olduğuna ve konumuna göre, 2 minaresini Mimar Sinan’ın inşa ettiği Ayasofya ile beraber toplamda 25 Sinan yapısını belirledim. Minarelerine iznim olmadığı için bazı camileri manzara açısından sadece tahmin yürüterek seçtim.
Daha sonra sponsorluk dosyasına koymak amacıyla hazırlamak istediğim bir teaser için Fatih Müftülüğü’nden izin aldım. Ve o teaserı çekmek için, Süleymaniye'nin boğaz tarafına bakan ve Cevahir diye bilinen üç şerefeli minaresinin kapısı güvenlik tarafından arkamdan kapatıldı ve o anda 250'den fazla olduğunu bilmediğim basamakları sırtımdaki malzeme çantasıyla çıkmaya başladım. Sürekli dönerek merdiven çıkıyor ve hiçbir kapıya varmıyordum. Fakat en sonunda 3. şerefenin kapısına ulaşıp kapıyı açıp adımımı dışarı attığımda ne kadar zevkli fakat bir o kadar da zor bir işe atıldığımı anladım. Karşımda gördüğüm manzara tahmin ettiğimden de güzeldi. Ve o an kendimi, bütün proje boyunca minareye her çıktığımda hissedeceğim gibi, İstanbul’da o anda yaşayan her insandan farklı hissettim.
Sponsorluk görüşmeleri sonunda THY projenin ana spnsoru; Sony Türkiye ise alt sponsoru oldu.
Çekim yaptığım 13 ay boyunca tüm hayatımı hava şartlarına göre yaşadım. 13 ay boyunca hemen hemen her gün sabah ezanından 1 saat önce kalkıp Cihangir’de olan evimin penceresinden havanın, varsa bulutların durumuna baktım. Bazı günler time lapse için çok elverişsiz olan hava günün herhangi bir saatinde bambaşka bir hale bürünüyordu. Ve o sırada ne işim olursa olsun benim tek düşündüğüm o anda çekim yapmam gerektiği fikriydi. O zamanlarda, belki uzun süreden beri görmediğim bir arkadaşımla vakit geçirirken ayrılıyor, eve dönüyor, her daim hazır tuttuğum çantamı alıp, güneşin konumuna, bulutların hızına, yoğunluğuna, rüzgarın yönüne, rüzgarın yönüyle beraber Atatürk Havalimanı'na inişlerinin yön değiştirdiği uçaklara vb. bağlı olarak bir cami seçiyor ve çekime gidiyordum.
Filmin çekimlerine, filmdeki kronolojik sırlama gibi yaz mevsimi ile başladım. Ve gün geçtikçe endişelendiğim, yazın bile aşağısıyla birkaç derece sıcaklık farkı olan şerefede kışın ne yapacağımdı. Ve kış geldiğinde bazen, çekim devam ederken minarenin merdivenlerini ısınmak için defalarca inip çıktığım günler oldu. Fakat o anlarda bile hiç bir an böyle bir işe girdiğim için kendime kızamıdm ya da pişmanlık duymadım; aksine hep mutlu hissettim kendimi.
Ve bu işle ilgili teknik bilgisi olmayan ve fikirlerini almak için gösterdiğim tanıdıklarımın filmi izledikten sonra sorduğu ilk soru: “Bunları hızlandırıyorsun değil mi?” Hayır. Projede görünen hiç bir görüntünün -sadece bir tanesi; o da yavaşlatıldı- hızına müdahale edilmedi. Genelde 12 saniyelik bir görüntü elde etmek için en az 1 saat en çok 7 saat minarede kaldım. Diğer bir soru da “Malzemeleri orada bırakıp sonra topluyordun değil mi?” sorusuydu. Ona da hayır. Ne malzemeler bırakıp gidilecek maddi değerdeydi ne de kullandığım teknik otomatik çekim yapmaya müsade edecek nitelikte.
Bugün, hala dönüp baktığımda, hayatımda çekim sırasında bu kadar huzurlu olabileceğim bir iş yapacak mıyım diye merak ediyorum. O kadar çekim gününde ve minarede geçirdiğim bu kadar saat boyunca sadece tek bir kez sıkıldım ve bir günbatımı çekimini yarıda bırakıp İstanbul’dan bir kaç günlüğüne uzaklaştım. O kare ise sonrasında benim filmdeki en çok sevdiğim görüntülerden biri olan Sonbahar’ın başlangıç karesi oldu.
Filmi tasarlamaya ilk başladığım andan itibaren görüntüler ne kadar iyi olursa olsun müzikler süper olmadıkça, 16 dakikalık bir time lapsede ilgiyi asla canlı tutamayacağımı iyi biliyordum. Proje kafamda ilk oturduğundan beri müzikleri Can’ın bestelemesini arzu etmiştim. Almanya’da yaşayan ve eski arkadaşım olan Can’a projeyi anlattım ve filmin müziklerini yapmak isteyip istemeyeceğini sordum. O da kabul etti. Aslında projenin başından itibaren projeninen en çok korktuğum kısmı olan müzik, Can’ın büyük yeteneği ve birbirmizi çok iyi anlamamız sayesinde projenin en kolay kısımlarından birine dönüştü. Kafamda en başından beri, senfonik bir beste ile beraber Anadolu’ya, İstanbul’a ve ikisinin de sahiplerine özgü enstrümanlar kullanmak vardı. Müziklerde, Türklerin Orta Asya’dan enstrümanı olan kopuz kullanmak istedik. İstanbul’la ilgili bir şey yapıp Derya Türkena sayesinde tandığım İstanbul Kemençesini kullanmamak benim için düşünülemezdi. Her zaman büyük hayranlık duyduğum Ermeni taş ustalarının anısına bir Ermeni enstrümanı olan duduk kullandık. Ve projenin sonlarına doğru Erkan Oğur’un ‘’ney’’e benzer bir ses çıkararak icra edebildiği e-bowun İlkbahar mevsimine çok yakışacağını düşündük. Hayran olduğum müzisyenler Erkan Oğur, Derya Türkan ve Ertan Tekin sağolsunlar beraber çalışma isteğimizi kırmadılar. Aslında “Neden Sinan’ın Minaleri?” diye yazmak amacıyla yola cıktığım ama sonra kendimi tüm süreci, ucundan da olsa anlatır bulduğum bu yazının sonunda ilk olarak bana farkında olup ya da olmadan destek olan herkese teşekkür etmek isterim. Sonrasında da bu projede destekleri benim için inanılmaz değerli olan kişilere teşekkür etmek istiyorum: Ne yaparsam yapayım her zaman beni destekleyen ve cesaretlendiren aileme sonsuz teşekkürler. Ve projenin ilk aklıma geldiği günden bitimine kadar yanımda olan, motivasyonumun dibe vurduğu zamanlarda beni motive eden, zora düştüğümde aklını ve tüm tecrübesini benim gibi fevri birisinden esirgemeyen Pınar Ergun’a en içten teşekkürlerimi sunmak isterim. O olmasaydı bugün bu yazıyı yazabiliyor olur muydum emin değilim. Ve Özcan Güçlü’ye. İnsanın bir arkadaşı hiçbir karşılık beklemeden anca bu kadar destek olabilir. Ve tabii ki Selim Söğüt. Onun renklere olan katkısı,sorun çözmedeki başarısı, azmi, sabrı ve inanılmaz Alman disiplini olmasaydı belki de ben, bu kadar içime sinen bir iş çıkartamazdım.
Proje sırasında bugun hatırlamadığım bir tanıdığım, çekim yaptıklarımının dışında Sinan’ın hangi camiyi inşa etmiş olmasını isterdin diye sormuştu. Ben de kesinlikle hem bana çok naif gelen mimarisiyle hem de konumuyla Selim Camisi diye cevap vermiştim. Selim Camisinin iki minaresinden Haliç’i çekmek ve o görüntülerin bu filmin içinde yer almasını çok isterdim.
Filmi, ilk düşündüğüm zaman, o günlerde Türkiye’de şimdiki gibi popüler olmayan 4K çözünürlüğünde gerçekleştirmek istedim. Filmin her bir karesinin bir fotoğraf çözünürlüğünde olması için. Ben hala filmi her izlediğimde yeni birşeyler keşfediyorum ve pikselleşme olmadan yakına girme isteği duyuyorum. Ve tabii ki en baştan beri Antonioni’nin Blow-up filminde olduğu gibi birşeylere tanık olma isteği duymadım diyemem. Ben bulamadım ama kim bilir belki de filmin içinde bir cinayet olmasa da daha iyi ve ilginç birşeyler mevcuttur.
Umarım filmi izledikten sonra, Sinan’la bugune kadar herhangi bir ilgisi olmayan ya da O’nu hiç bilmeyen yerli ya da yabancı herhangi bir insanın kafasında, O’nun eserlerini görme hissi ya da onunla ilgili kendi kendine ufacık bir soru sorma isteği bırakabilirim.
Saygılarımla, Cihangir 28.12.2014